9 Aralık 2011 Cuma

Jacques Rancière ve

Jacques Rancière’in “zor” okunan bir filozof olduğu söylenir. İlk izlenimin ötesinde, kitaplar tek tek okunmak için somut olarak ele alındığında görülen farklıdır. Rancière’in eserleri kırk yıllık yoğun bir eğitimciliğin ve yaratıcı üretim çalışmasının süzgecinden damıtılarak geçip saflaşmış olan birer netlik ve berraklık abidesidir. Tabii ki bu, tüm gerçek düşünce çalışmalarından sahip olması beklenen mantıksal kesinlik ve fikirsel derinlik özellikleridir sadece.
Bu nedenle Rancière’in eserlerinde eğer bir “zorluk”tan söz edilecekse, ifade edilen bu “zorluk”, yazılanların muğlâklığından ve anlaşılmazlığından gelmemektedir. Tersine, eğer bir “zorluk” izlenimi varsa, bu duygu, yıllara meydan okuyarak bir derviş sabrıyla ve inanılmaz bir yaratıcı enerjiyle yapılan çalışmalar sonucu gün ışığına çıkan bu eserlerin orijinalliğinden kaynaklanır. Ve bu, Kant’ın belirttiği gibi, özgün bir yaratım olanın aynı özgün yaratıcılıkla kavranmasının gerekliliğini ifade eder (Prolegomena: Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe, 1783).

Rancière, politikayı Michel Foucault gibi doğrudan bir “iktidar mücadelesi” olarak değerlendirmek yerine, Marx’ın ideoloji kavramını derinleştirerek, politikayı öncelikle “farklı dünyaların karşılaşması” olarak ele alır (La mésentente, 1995). Walter Benyamin’in “politikanın estetikleştirilmesi” yaklaşımından farklı olarak, politikanın temelden bir “duyulur paylaşım” olarak estetik (duyumsama) ile orijin bir ilişki içersinde olduğunu temellendirir (Partage du sensible, esthétique et politique, 2000). Politika; herkesin nerede, ne konumda ve ne tür bir söylemle var olması gerektiğini belirleyen ve doğrudan duyumlarla algılanan (estetik) bir hiyerarşik sosyal yapılanma olan “polis” dünyasıyla eşitlik ve özgürlük prensiplerinin sağlamasının yapıldığı kolektif-demokratik öznellikler dünyasının karşılaşmasıdır (Au bord du politique, 1998). Bu nedenle demokrasi; ne yüzeysel Marksizmin kestirmeden ifade ettiği gibi bir biçimsel aldatmacadır, ne liberallerin coşkuyla sarıldığı tarzda bireysel oyların sayımına dayalı özel bir politik rejimdir, ne de Amerikan demokrasisi hayranı Alexis de Tocqueville’in nitelediği gibi bir yaşam kültürüdür. Demokrasi; tüm apoletsizlerin ve “paysızların” zenginlik, mevki-makam ve uzman-bilgiden kaynaklanan her türlü egemenlik ilişkilerini eşitlik ve özgürlük temelinde kırma olanağına sahip olduğu özgürleştirici politik öznelliklerin yaratılmasının temelidir. Demokrasi, kısaca özgürlükçü politikanın kendisidir (La hain de la démocratie, 2005).

Bu, edebiyat, eğitim ve sanat için de geçerlidir. Eğitim aracılığıyla bir konuda bilgi sahibi olmak, uzman¬laşmak, statü sahibi olmak; entelektüel özgürleşme, düşünce ve doğru davranış üretmekle aynı şeyler değildir. Entelektüel özgürleşme ve düşünceli davranış (iradenin sistemli bir çalışmaya ko¬yulmasına karşın) zekânın bağımsızlığını ilân edip, bilen/cahil hiyerarşisine ve “polis” yapılanmasının aptallaştırma süre¬cine başkaldırmasıyla kazanılmaktadır. Fransa’daki XIX. yüzyılın işçi-şair, işçi-filozof hareketleri bunu göstermektedir (La nuit des prolétaires, 1988). Gündüz fabri¬kada çalışan ve gece uyumak yerine bir araya gelerek şiir yazıp, fel¬sefe yapan bu işçilerin yalnız bir şeye ihtiyacı vardır: Zaman. Birazcık uyku uyuyabilecekleri ve özellikle işçileri fabrikadaki üretimden başka bir işe layık görmeyen hiyerarşik “polis” toplumunun duyumsanan uzlaşımını kırmak için gerekli olan “boş zaman”.

Bu nedenle Edebi¬yat, hiyerarşik bir eğitim mekanizması olamaz; o, özgürleşen kafaların demokratik yazınıdır. Çünkü bir edebiyat eseri, hiçbir otoriteye ve statüye sahip olmaksızın ve ihtiyaç duymaksızın, Tanrıların “zar atma” oyunu misali, insanların zekâsına ve duyarlılıklarına rastgele hitap eder. Edebiyatçı, dil ve kurmaca yapılarıyla bir duyarlılık ve düşünce yaratandır. Edebiyat, düşüncelerin, zekâların ve du¬yarlılıkların birbirleriyle demokratik şekilde karşılaşmasıdır. Edebi¬yatçı, bir “bilen kişi” olarak, hiyerarşik “polis” mantığını yeniden üreterek okuyucuyu aptallaştıran değil; tersine, düşüncede yaktığı kıvılcımlar, duyarlılıkta yarattığı duyumsamalarla kafaları özgürleş¬meye davet edendir. Edebiyat, ne kendi dışındaki uzlaşım harmo¬nisini çok satma adına tekrar ve tescil eder; ne de bir ideal uğruna, kendi dışındaki politik düşünceleri bir ayna gibi yansıtır. Edebiyat bir politi¬ka yapacaksa, kendi özgün işlevi içinde, yani kendi eşitlikçi ve öz¬gürlükçü kurgusal dünyasını yaratarak bunu yapar (Politique de la littérature, 2007). Edebiya¬tın sanatsal politikası budur: Kendi kurgusal eylemleriyle, ilk “duyulur paylaşım” sistemindeki hiyerarşide, radikal deği¬şimler ve demokratik yapılanmalar yaratabilmek. Ama bir sanatçı¬nın bunu yapabilmesi için, kendisinin de aptallaştırma sürecin¬den kurtulup, entelektüel özgürleşmeyi gerçekleştirmesi gerekir. Yoksa sanat ya da edebiyat adına yapılan, özünde “polis”in hiyerarşik mantığını onaylamaktan öteye gitmez…

İşte Ranciere için politikayla estetiğin karşılaşmasının anlamı bu temelde yatmaktadır: İktidar ve yasalardan önce, duyulur paylaşımı yeniden yapılandırma. Hiyerarşik yapılara, eşitlik prensibini doğrudan uygulayan özgürleştirici eylem ile doğum ve kaderin belirlediği çizginin dışına çıkan bir yaşam ve düşünce biçimi oluşturmak. Bu doğrultuda sanat, estetik ve politika bu özgürleştirici kolektif deneyime izin veren, paylaşımı sağlayan, apoletsizlerin ve anonim vücutların ortak politik gücünü hissettiren, yaşatan özneleşme alanları olmakta.

Bu çerçevede Rancière’in kitapları tek tek okunduğunda görülen odur ki, her eser tüm gerçek düşünce çalışmaları gibi, tekrar mekanizmasının ötesinde, bir özgünlük ve yaratıcılık içerir. Ama düşüncedeki bu yaratıcılık ve derinliğin kavranması okuyucu için bir “engel” oluşturmak anlamına gelmez. Tersine bu ciddi çalışma, okuyucuyu elindeki eseri gerçekten okumaya, düşünmeye davet eden bir çağrıdır; yani sadece okuyucunun tüm insani ve entelektüel kapasitesini harekete geçirmeye yönelik bir evrensel davettir.

Bu, özünde, okuyucuya saygı duymak ve ona değer vermektir; çünkü bu davet, yazar ile okuyucunun, bir eser karşısında eşitlik temelinde aynı insani-entelektüel kapasiteleri harekete geçirerek karşılaştığını öngörmektir. İşte bu, yazar ve okuyucu arasında oluşturulan bir eşitlik prensibidir; dolayısıyla farklı bir çalışma alanı açar ve ilişkileri farklı bir biçimde yapılandırır. İnsanlığı biri düşünce işleriyle uğraşan, diğeri duyumlarla algılayan iki farklı canlı türüne bölmez. Okuyucunun (ya da seyircinin) düşünemediği fantazmlarına kapılarak, ona sadece algılayabileceği-anlayabileceği basitlikte ürünler sunmak gibi bir tepeden bakış konumu almaz. Tersine, bir kitap yazarken ya da okurken aynı insani-zihinsel ve duyusal yetiler işlev gördüğünden, herkes potansiyel olarak bir başka insan zekâsının ve duyarlılığının yarattıklarını kavrama-anlama yetisine sahiptir fikriyle, eserler karşısında zekâların eşit ve özgür kullanımına çağrı yapar. “Zorluk”, işte asıl öznel olarak bu entelektüel özgürleşme prensibinin kabul edilmesinde ve onun sağlamasının yapılması için evrensel sesleniş olan herhangi bir eserle “birlikte düşünme” çalışmasına başlayabilmenin kendisindedir (La Maître ignorant, 1985). Çünkü bu eşitlik prensibi ve entelektüel özgürleşme üzerinde yapılacak olan, sadece her insanın kapasitesi dâhilinde olan kişisel iradeye ve içsel çalışma disiplinine bağlıdır.

Rancière, bu öznel özgürleşme prensibi temelinde, Althusser’in dar yapısalcılığından ve katı bilimciliğinden uzaklaştığı 1970 yılların sonunda felsefeden politikaya, edebiyattan sinemaya devasa bir çalışma alanı açar. Özgürlükçü politikaya ve Marx’a yaratıcı bir sadakatle yeniden yaşam verir. Her türlü felaket tellallığı ve “son” çağırtkanlığı yapan filozoflara karşı, Nietzsche çizgisinde “evetleyici” felsefe geleneğinden inatla yürüyerek savaş açar; “olumlayıcı” (affirmatif) çalışmalarla düşüncenin evrenselliğine sahiplenir. Derrida, Baudrillard.. gibi medyatik figürlerden uzakta verdiği seminerler ve yazdığı kitaplarla Foucault ve Deleuze sonrası özgün bir felsefe çalışması ortaya koyan birkaç çağdaş filozoftan birisi olarak düşünce dünyasında yerini alır. Seminerlerinin tümü bir araştırma atölyesidir, yazdığı kitaplarının ön çalışmalarını ve içeriğini oluşturur. Her seminer ilk sınıflardan doktora tezi yapan araştırmacılara kadar açık olan ortak bir sesleniştir, ayrım yoktur. Çünkü Rancière, düşüncenin aynı kafalara seslenen evrensel bir çağrı olduğu prensibini savunur. Sözcüklerin arkasında başka sözcükler yoktur; sözcükleri gören gözler, işiten kulaklar ve değerlendiren beyinler aynı insani kapasiteleri icra ederler. Fark insani kapasitelerin işlevlerinde değil, sadece onların sonuçlarındadır. Sonuçlar ise, özgürce yapılan disiplinli bir çalışmaya, çabaya ve iradeye bağlıdır; herkeste aynı olan insani kapasitelerin işleyiş biçimlerine değil.

İşte Jacques Rancière’in, bu eşitlik ve özgürlük fikirlerinin “olumlayıcı” prensibi doğrultusunda ortaya koyduğu eserleri, son otuz yılın en önemli birkaç yaratıcı-düşünce figürlerinden birisi olarak dünyaya yerini almış bulunmaktadır.

Versus Yayınları’nın son olarak Türkçemize kazandırdığı Rancière’in Görüntülerin Kaderi adlı bu güzel kitabı da son derece yoğun, ama zevkle ve bir solukta okunacak tarzda berrak derinliğe sahip bir düşünce başyapıtı. Jacques Ranciere, bu çalışmasında hayranlık verici bir kavrayış çevikliği, aydınlık bir mantısal kesinlik ve dingin bir fikirsel açıklık içersinde imajların sanatsal alanlardaki farklı statüleri ve işlevleri ürerine çağdaş bir düşünce destanı yazıyor. Felsefe, sinema, edebiyat, plastik sanatlar arasındaki sert sınırları, yaratıcı girişimiyle parçalayan Rancière; imajın sonu fetvasını veren “son çağırtanlığı”na, Jean-Luc Godard’ın Histoire(s) du cinéma filminden Mallarmé’nin şiirine, resim sanatının edebi metinlerle ilişkisinden, grafiğe kadar yaptığı devasa inceleme yolculuğuyla ve baş döndürücü kavramsal bir sentezle yanıt veriyor. Gerçekliğin yerini imajların aldığı söylenen çağdaş yaşantımızda, imajla uzaktan yakından ilgilenen (sanatçı, yönetmen, izleyici, eleştirmen, yazar) ve düşünen her insanın okuması gereken kitabın temel sorusu şu: Doğru ya da gerçek imaj hangisidir?

Temellendirmeye çalıştığı yanıt ise şu: Doğru imaj, uzlaşımın donukluğu ile şizofren infilaklar arasından kaosun gücünü geçirebilmeyi başarandır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder