9 Aralık 2011 Cuma

Özneleşme, Odysseus Serüveni ve Bir Ortak

“Yazar kendi dilinde bir yabancı gibi yazabilendir”
Gilles Deleuze

Odysseus bir kraldı ama kendi öznel hakikatine varabilmek için, İthaka’dan ayrılıp serüvenlere çıktı. Zorlu deneyimlerden geçti, İthaka’da yaşanılmayacak türden. Tanrıların uyarısına rağmen, denizkızlarının çekici ve öldürücü sirenlerine açtı kulaklarını, tayfalarınınkini sıkıca tıkarken. Adorno, bu orijin kopuşu, haz ve çabanın ayrıldığı ilk “iş bölümü” olarak niteleyecekti. Derinden gelen büyüleyici çağrılar, duyarlı kulaklara seslenirken; kulakları inceliklere tıkalı tayfaların da, küreklere asılmak zorunda kalması olarak… Oysa Odysseus, Athena’nın koruyuculuğunda, yalnızca kendi kendini sınamaktaydı, yol arkadaşlarını ölümcül tehlikelere atmadan. Tanrıçalarla ölümsüz aşklar yaşayacaktı o, kendi ölümlülüğüne aldırmadan.
Ölümsüzlüğü sunan Tanrıçalara “hayır” diyecekti: Kendi insanlığının ölümsüz hakikatine varmalıydı, Tanrılaşmadan…
Ama Odysseus, yeniden İthaka’yı düşünmeye başladı sonunda. Başladığı yere geri dönmüştü öznel sürecinde. Ne var ki, ne kendisi aynı Odysseus’tu, ne İthaka aynı İthaka’ydı bundan böyle. Bıraktığı tahtı değildi orada düşündüğü. İthaka çok arzulanacak bir yer değildi zaten. Kayalık, çorak bir adaydı. Homeros “Orada sadece keçiler var,” derdi. Oysa Odysseus, yine de İthaka’yı düşünüyordu. Bu bir sıla özlemi değil, paradoksal bir duyguydu.
Bir hakikate varıştı.
Odysseus’un bunca serüvenden sonra geldiği yer, kendi içsel gerçekliği, kendi öznelliğiydi.
O, İthaka’nın Kralıydı.
Odysseus orada doğmuş ve büyümüştü. Aşkları bile kendi dilinde güzeldi. Penelope onu bekliyordu yıllardır; gündüzleri halı örerek, geceleriyse aynı halıyı sökerek. Bu edilgen bir bekleyiş değildi elbet.
Bir hafıza kılgısıydı.
Gündüzleri halıyı örmek, Penelope’u Odysseus’a götürüyor, ona bağlıyordu. Geceleriyse, Ponelope aynı halıyı söküyordu, ilmikleri tek tek ayrıştırarak.
Bu da bir düşünce işleviydi.
Analiz, ayrıştırma, etimolojik olarak “düşünme” anlamına gelen bu kavramın, ilk olarak Homeros tarafından burada kullanıldığını söylemekteydi tarihçiler. Penelope, bu hafıza örgüsü ve düşünce kılgısıyla Odysseus’un krallığını yaşatıyordu; o, geri dönene dek. Kendisini sıkıştıran tahtın yeni adaylarından biriyle evlenmeye bir tek koşulla söz vermişti:
Ördüğü halı bittiği zaman!
Penelope’un bu unutmayan, düşünceli bekleyişi sayesinde, Odysseus’un tahtı boş duruyordu yıllardır. Ne var ki Kalypso, bu güzel Tanrıça, Odysseus’u bırakmıyordu bir türlü. Ama kesin olan bir şey vardı: Her şeye rağmen, Odysseus İthaka’ya dönmeliydi. Kral Odysseus olarak vardığı kendi içsel hakikatini yaşayabilmek için…
Ülkesinden öznel ya da düşünsel olarak ayrılanların, “göç” edenlerin yaşadığı yolculuk, özünde Odysseus’unkinden farklı değil. Kendi topraklarına bir topraksızlaşma sürecinin evrenselliyle yerleşebilmek serüveni bu.
Kendi gerçekliğine bir başkasından geçerek ulaşabilme paradoksu.
Tabii ki her yolculuğa çıkan, bir krallık bırakmıyor arkasında. Ama her zaman, güzel ve çekici Penelope olarak bekleyen bir ülke var geride.
Odysseus’un İthaka tutkusu, Nazım’ın memleket özlemi gibi…
Ülke ve ana dil, uzun bir öznel yolculuk sonunda insanın kendi hakikatine vardığı gerçekler oluyor çoğu kez. Dionysos’un anonim yaratıcıdan parçalanarak ayrılması gibi, bir özne olarak kendini bulma sürecinde; insanın kendi dışına çıkıp, topraksızlaşarak ulaşılmayı amaçladığı evrensellik, bu başlanan topraklara yeniden düşünsel bir geri dönüşle noktalanıyor çoğunlukla. İnsanın kendi kendisiyle özdeşleşen doğal kimliğine sarılmak yerine, kendi dışına “göç” edip, düşünsel bir metamorfozla, Deleuze’ün deyişiyle bir “oluş” ile kendisine yeniden döndüğü bir öznellik serüveni bu. Kendi özdekselliğinin dışına çıkan bu öznel “oluş” serüveni; yerli/yabancı, ırkçı/hoşgörülü, aynı/öteki ikileminin cezbeden sığlığından öte, kafalarda özgürleşme ateşi yakan Odysseus tarzı evrensel bir “göç”, bir kimliksizleşme süreci özünde.

Yani, bir özneleşme…
Özneleşme, yani hiçbir zaman beklenen bir yerde, beklenen bir biçimde olmamak…
Tüm “özdeksel-aynılık” sınırları arasında özgürce dolaşan paradoksal öznellikler yaratmak.
Tikelin farklılığında duraksamadan, genelin anonimliğinde kaybolmadan, lokal haksızlıkları evrensel boyutlara taşıyabilen bir özne “oluş” süreci yaşamak…
Ancak bu özgürleştirici Odysseus serüvenine çıkmak, öyle durup dururken olmuyor; bir başlatıcı sembolik “şiddet” gerekiyor. Irak’ta, Filistin’de, Kızıltepe’de bir çocuğun dünyadan erkenden göç etmesi gibi, tanrısal bir skandal, bir “kabul edilmezlik” olayının ardından gelen isyanlarla başlıyor bu öznel yolculuk. “Kabul edilemezlik” öfkesi taşıyan bir olay, Freudçu bir travma ile içe kapanan melankolik bir güçsüzlüğün tekrar mekanizmasını harekete geçirmek yerine; insanı kendisinin dışına şiddetle fırlatıp atan ayrıksı bir gücün varlığının öğrenildiği, öznel bir süreci başlatmakta çoğu kez.
Kendi topraklarının dışına çıkmak, başka yerleri gidip görmek, kendi hakikatine doğru topraksızlaşarak yürümek anlamında, radikal bir “göç” bu.
Roberto Rossellini, Europa 51 (1952) filminde çarpıcı bir biçimde gösterir. “Kabul edilmezlik” işareti taşıyan bir çocuğun ölümü, filmin kaygısız kahramanını konforlu bir yaşamın güvenli sıradanlığından ve doğal egoizminden koparıp alır. Onun, düşünsel ve mekansal olarak kendisinin dışına çıkıp, savaş sonrası 1951 Avrupa’sında, yoksul çocukların nasıl bir felaket yaşadığını görmesine yol açar. Çünkü “kabul-edilmez-bir-olay” işaretiyle kendi dışına çıkarak yürüyen bir bilinç, gündelik akıntılara kapılan bir sürüklenme değil; bakışın özgürleştiği ortamlara doğru yürüyen aykırı adımların ilerleme çabası olmakta.
Etrafında değişen manzaraların ritmiyle, kendi kendisinin dışına doğru “göç” edişine inatla devam edilmek koşuluyla elbet.
Yol uzun olsa da…

Zira hakikat içsel kaldığı, bir “göç” yaşamadığı sürece, ne bir gerçeklik kazanabilmekte, ne de bir varoluş biçimi bulabilmekte. İçselliğin bir biçimde dışsallaşması, kendi dışına doğru bir yolculuk yaşaması zorunlu.
Acılı olsa da…
Sanatçının ruhunun derinliklerindeki ilham, onun eserlerinde somutlaşmadığı sürece pek bir anlam ifade etmiyor. Kendisini bir söylemde dışsallaştırmayan düşünce, uçuk bir izlenimden öteye gidemiyor. Ama asıl önemlisi, bu “öznel göç”ün, insan bilincinin kendisi için de geçerli olması.
Kendi kendisinin özdekselliğiyle sınırlı kalıp kapanan bir bilinç, kendisinin bilincinde dahi olamıyor.
İnsan bilincinin, kendini kavrayıp, tanıyabilmesi için, kendisinin dışına çıkması, İthaka’yı yaşamında bir kez dahi olsa terk edip, bir Odysseus serüveni yaşaması gerekiyor. Kendi insanlığının hakikatine doğru yorulmadan, vazgeçmeden yürümek, kendi öznel ölümsüzlüğünü bulabilmek anlamında…
Daha da önemlisi, bu kendi kendisinin dışına cesaretle çıkan insan bilincinin, Odysseus tarzı serüvenlerini tanıyabilecek, değerlendirebilecek olanın da yine kendi kendisinin dışına çıkabilen, “göç” edebilen bir başka insan bilincinin olması. Yani bir insan bilincinin insan bilinci olabilmesi, bir düşüncenin düşünce olarak değerlendirilebilmesi için, bir başka insan bilincinden ve düşüncesinden geçmesi gerekiyor. Ancak bir insan bilinci bir başka insan bilincinin çabalarını insanca değerlendirip, düşünerek selamlayabiliyor.
Kendi kimliklerinin içene kapanan bilinçlerin ötesinde, ortak bir insanlığı duyumsamak buradan geçiyor.
Yani kendi özdekselliklerinin dışına yürüyebilen öznellikler yaratabilmekten…
Böyle bir özneleşme kapasite hayvanlarda yok. Hayvanlar Odysseusçu öznel bir yolculuk yapamıyor, kendi hayvansal konumlarının dışına “göç” edip, kimliksizleşemiyor!
Bu anlamıyla öznel olarak “göç etmek”, “topraksızlaşmak”, her şeyden önce, kendi doğal hayvansal yaşamının dışına çıkıp yürüyebilen bir insanlık serüveni. Kendi kendisiyle özdeşlik içeren bir “aynılık” olarak kalmak yerine; bir başkalaşım süreci yaşayarak kendi evinde farklı bir öznellik olarak oturma paradoksunu içermekte. Her türlü özdeksel-lokal “kimlik” söyleminin revaçta olduğu bir ortamda, bu “düşünsel göç”, bir kimliksizleşme, ortak bir öznellik oluşturma sürecini ifade etmekte.
Deleuze’ün deyişiyle bir özne-insan “oluş” bu.
Yani…
Paradoksal bir Odysseus serüveni…
Globalleşen dünya pazarında devinen anonim “çokluk” yığınları yerine, lokal haksızlıkları evrenselliğe taşıyan özneleşme süreçlerinde, ortak bir insanlığın “oluş”u…
İşte “Odysseusçu özneleşme” sürecinin paradoksal mekanizması bu: Bir reel (cinsel, etnik, sosyal, ulusal, dinsel…) kimliğin, kendi özdeksel sınırları dışındaki farklı kimliklerle nesnel olarak “olanaksız” özdeşleşmeler gerçekleştirerek, lokal haksızlıklara evrensel görünürlük kazandıran ortak öznel-insanlıklar yaratmak.
Oysa, “kimlikçilik”; her türlü özgürlükçü göç serüvenini reddetme, kendi özdekselliğine yerleşme, kendi kendisiyle özdeş kalma tutumu.
Yani bir kurmaca “aynılık” tercihi…
Elbette ki bu kimliksel tercih, globalleşmenin ritmine ayak uyduramayan ”dar kafalı“, “ilkel milliyetçilik“ tutumları değil sadece. Bu, globalleşen dünyamızda, lokal kimliklerle yatıp kalkan şizofren zamanımızın genel bir konsensüsü.
Bir yanda, bir “sanal-köy” haline geldiği söylenen dünyamızda, sermayenin, kanaatlerin ve insanın anonim sirkülasyonu var; diğer yanda, tüm etnik, ulusal, dinsel “kimliklere” geri dönüş isterisi ve “aynı”/”öteki” kavramlarının tutkusu.
Ülke dışına yapılan uzun bir yolculukla mekanını ve manzarasını değiştiren bir akademisyenimiz, Oxford’dan ülkesine bakıyor ve yazıyor: “Türk Ulusal Kimliğinin Üç Ötekisi.”

Kendi dışına doğru öznel bir göç yaşamış olan örnek yazarımız, özgürleştirici uzun bir kişisel yolculuk sonrası, beklenen kitabını yayımlıyor: “İçimizdeki Öteki.”
Kendisinin ve ülkesinin (kuralları) dışına çok fazla çıktığı suçlamasıyla hakkında dava açılan ünlü edebiyatçımız, yirmi yıllık başarılı bir yazarlık serüveni sonunda hak ettiği ödülünü almak için Almanya’ya çıkıp gidiyor; oradan ülkesine ve dünyaya ustası olduğu roman sanatının derin sırrını açıklıyor: “Roman, ötekinin sesidir.”
Bir köşe yazarımız, usta romancımızla aynı fikirde olduğunu ve zamanımızın genel konsensüsüne katıldığını bildiren başlığını atıyor: “Öteki olmak.”
Lakin…
Özünde, 90’lı yıllarda, Fukuyamavari vaazlarla Tarih’in “son” bulduğunun ilan edilişiyle, Kantçı etik’e geri dönme telaşı ve Levinasçı ahlak felsefesi kavramı olarak moda olan “öteki”nin; günümüzde bu sözde “son bulan” tarihten ve politikadan öte, sanat ve edebiyatta da revaçta oluşunun cazibesine kapılanların bir şeyi görmesi gerekiyor. “Öteki” kavramına duyulan tutku ve “ötekinin sesi olmak” telaşı, özünde, modernleşmeye ayak uyduramayan “apoletliler” ve “geri kafalı milliyetçiler” olarak suçlanan kimlikçilerin “aynılık” kurmacasını onaylamaktır. “Öteki” nitelemesi, kendi kendisiyle özdeşlik içerdiği varsayılan bir kurgusal “aynılık” kimliği karşısındaki kategoridir ve “öteki’nin sesi olmak”, öncelikle bir “beriki”, yani “aynılık” taşıyan egemen bir kimliğin varlığını kabul eder.
Oysa sosyal yaşamın olgusal gerçekliğindeki “aynılık” kategorisi, herkesin belli bir işlev, belli bir statü, belli bir söylem, belli bir “kimlik” ile ait olduğu yerde durması gereken hiyerarşik “polis” mantığına göre dağıtılmış, konsensüel bir roldür. İşte politikanın sorunu, bir özneleşme sürecinde, “polis” mantığının bu hiyerarşik konsensüsünü özgürce kırmak ve rolleri eşitlik temelinde yeniden belirlemektir. Bu anlamda, ne tarihin kendi meşruluğunu sağlayan bilimsellik iddiası, bir kurmaca “aynılık” masalı yazmaktır; ne de romanın kendi imgesel gücünü harekete geçiren politikası, “aynılık” kimliğine yerleşen konsensüsçü bir rol ile “ötekinin sesi” olmaya çalışarak, bir “polis edebiyatı” yapmaktır.
Politikanın sorunu, insanlığın, ahlak bilinci olmaya soyunan bir egemen kurmaca “aynılık” ve mağdur olan “öteki” kimliğiyle ikiye bölünmesinin bir skandal olduğunu göstermektir. Romanın politikası ya da genel olarak sanatın politik sorunu, ahlaki incelikle “ötekinin sesi” olmak adına, özünde “polis” mantığıyla belirlenmiş aynılıkların egemen varlığını tescil etmek değil; kendi yaratıcı operasyonlarıyla “ötekiler” üreten “aynılık” konsensüsünün bir “kabul edilmezlik” işareti taşıdığını fikriyle, yerleri, statüleri ve kimlikleri yeniden yapılandırmaktır…
Hölderlin’in belirttiği anlamda, “aynılık” üreten bütün “temsil etme” ve tüm duyumsama-algılama biçimlerinde bir devrim gerçekleştirebilmektir.
Rimbaud’nun formüle ettiği biçimde, “Ben, bir başkasıdır” diyebilen paradoksal öznellikler oluşturabilmektir.
Zira politikanın sorunu, ben benim diyen totolojik bir “aynılık” üretmek yerine; “ben” öznesiyle “benim” yüklemi arasına bir “o” yerleştirebilmektir.
Ötekini öteki, berikini de aynılık kimliğine hapseden bir skandal yerine; kimlikler arasında özgür dolaşıma çıkabilen, politik öznellikler yaratmaktır.
Kısacası sorun, usta romancımızın dediği gibi, “Kafamızdaki ötekiyi, yabancıyı, düşmanı değiştirmek” değil; ötekiler, yabancılar, düşmanlar yaratan kafaları değiştirmektir.
Yani, ötekiler yaratan “aynılık” konsensüsünün kendi kendisiyle olan kurgusal-imgesel ilişkisini yineden yapılandırmaktır.
“Ben benim, ötekini önce “hain” ilan eder, sonra da linç ederim; ya da ötekini önce mağdur görür sonra da yardım ihsan ederim,” demek yerine; “Ben, kendim bir başkasıyım, ‘öteki’ni de bu öznel özgürleşmeye çağırırım,” diyebilmektir.
Zira ancak bu sosyal, etnik, cinsel, dinsel “aynılık”/“ötekilik” kimliklerinin ve “alt/üst” hiyerarşilerinin dışına çıkan politik öznelliklerin özgürlüğünde, eşitlik temelinde, ortak bir insanlık oluşturulabilir.
Yani…
Bu topraklarda, mağdur “öteki”nin sesi olmaktan çok, kendi kendisiyle “aynılık” ve “üstlük” iddiasında olan “Türklük” kimliğinin Odysseus tarzı radikal bir öznel göç yaşaması gerekli. “Türkiyeli olmak”, her karışı kanla sulanmış “toprak” imajından ve otoriter bir “aynılık” taşıyan ulus-devlete indeksli kurgusal milliyetçilik kimliğinden kendini kurtarmalı. Bu Odysseusçu serüven öncelikle Fırat’ın ötesineden Hakkarilere, Şemdinlilere öznel-düşünsel gidip-gelmeler’den geçmekte. Demeç vermek, gözlem yapmak, soruşturma başlatmak ya da insani yardım için değil sadece. Kafaların, özdeksel-aynılık sınırlarından özgürleşebilmesi için aynı zamanda. Türkiye’deki bir yurtaşın bir Türkiyeli olması, öncelikle, “Biz birlik, beraberlik ilkesiyle kurulduk,” diyen, ama Fırat’ın ötesini kendinden saymayıp, ölümüne dışlayan devlete, kafasına ölümcül dipçik darbeleri yiyen bir Kürt çocuğu “oluş” öznelliğinde sormaktan geçmekte:
Neden?
“Bu çocuk da hepimiz gibi bu toprakların çocuğu degil mi?
Fırat’ın ötesindekiler bu ülkenin halkı değil mi?
Ölümcül dipçik darbeleri ve cezaevleri yerine, devletin görevi olan yaşam hizmetleri sunması gerekenmiyor mu bu taş atan çocuklara?
Sonuçta bu topraklarda yaşanacak demokrasinin yolu, Türklüğün, önce kendi kurmaca “aynılık” kimliğinin dışına çıkıp Fırat’ın ötesine gitmesinden, orada yapılan lokal haksızlıklara Türk hukuk devleti ve demokrasi adına tüm insanlık için karşı çıktıktan sonra, kendisine -titreyerek değil- özgürleşerek yeniden dönmesinden geçiyor.
Bu topraklarda kurulacak ortak bir demokratik dünya, aynılıkçı Türklüğün yadsıdığı öteki mağdurun da, bölgesel geri kalmışlık, etnik dışlanmışlık kimliklerine indirgenmiş çaresizlik durumundan, politik özneleşmeyle çıkıp özgürleşmesinden geçmekte. Çözüm; öteki’nin “öteki” olarak mağdur kimliğinin tanımasını talep etmekten öte; kendi etnik sınırlarının dışına çıkabilmiş bir öznel-güç olarak, uğradığı haksızlığı evrensel boyuta taşıyabilen, yani tüm insanlık adına konuşabilen bir evrensel politik öznellik yaratabilmekten geçmekte.
İşte Türkiye denilen bu topraklarda, demokrasinin politik öznesi ve aktörü olan Türkiyeli ortak bir insanlığın yaratılması, her türlü özdeksel kimliklerin dışına çıkabilen, bu paradoksal öznellikleri yaratmaktan, bu Odysseus serüvenlerini yaşamaktan geçmekte…
Yani etnik kutsal-aynılık-ittifakı ve mağdur-etnik-öteki kimliğinin sınırları ötesinde özgürce dolaşan ortak öznellikler oluşturmayı başarabilmekten geçmekte…

Kendi topraklarına Odysseusçu bir öznel-topraksızlaşma sürecinin evrenselliyle yeniden yerleşebilmek serüveninden…
Bir politik özgürleşme süreci yaşayarak, kendi evinde, kendi etnik kimliğine farklılaşan bir öznellik olarak oturabilmekten…
Yani kendi özdeksel-kimlikleri dışına inatla yürüyebilen paydaş Türkiyeli öznellikler yaratabilmekten gecmekte bu zorlu süreç…
Kısacası çözüm:
Kendi öznel hakikatinin bilincine bir başkasının öznelliğinden geçerek ulaşabilme paradoksundan geçmekte…
Yani herhangi bir üst kimlik ya da alt kimlik terciğinden önce, başkasının haklı davasını içselleştirerek, kimliklerin kendi kendisiyle olan imgesel-kurgusal ilişkisini nasıl yapılandırması, kendisiyle ilgili ne tür bir özgürleştirici kurgusal-öznel-hakikat yaratması gerektiğini düşünebilmesinden geçmekte…
Çünkü bu ülkede kimler şeriatçı, kimler laiktir? Kimler dinci, kimler cumhuriyetçidir? Kimler sivil darbeci, kimler askeri cuntacıdır? Ergenokon davaları mı, Cumhuriyet mitingleri mi? Kimler vatansever-milliyetçi ya da linççidir? Kimler vatan hainidir ve linç edilmelidir? Bu topraklarda Ermeniler mi katliama uğramıştır, Türkler mi? Avrupa Birliği açılımı mı, Ulus-Devletin kutsallığı mı?… Kürtler mi, Türkler mi? Hukuk devleti mi, derin devlet mi?… Milliyetçilik mi, demokratlık mı? Liberalizim mi, sosyalizm mi? Üst kimlik mi, alt kimlik mi? tartışmalarının özünde yatan temel soru şudur:

Ne tür bir politik özneleşme?
Yani…
Nasıl bir Türkiyeli ortak-insanlık öznelliği?”

Hangi Odysseusçu öznel-yolculuk serüveni?
Sonuçta: Kimlikçi “aynılık”/”ötekilik” bölünmesi ötesinde, paysızları ve dışlanmışları içine alabilecek, ne tür bir paydaş Türkiyeli demokratik “halk” öznelliği kurgulanmalı bu toprakların gerçekliğinde?
Günümüzde kapitalin, metaların ve sanıların genel-anonim dolaşımı içinde kaybolan modern bireyin nihilist yaşamını; etnik, ulusal, dini kimliklere sarılarak doyurmaya ve sokaklardaki linç furyasıyla kıvançlı kılmaya çalışan isterik ve şizofren bir Türkiyeli kurmaca-aynılık kimliği mi?
Yoksa tüm özdeksel “aynı”/”öteki”, “alt”/”üst” kimlik saplantılarının tehlikeli topraklarının ötesinde, ayrı dünyaları politik eşitlikte özgürce bir araya getiren, lokal haksızlıklara evrensel boyutlar kazandırabilen, herkese açık, tüm “insanlığın sesi” olabilen bir demokratik Türkiyeli ortak öznellik yaratmak mı?
Yani, inatla surdurulen dışlayıcı bir aynılıkçı tekrar mekanizması-kurmacası mı?
Yoksa, tüm tasarımlama, duyumsama ve algılama biçimlerinde radikal bir öznel-ihtilal yapmak mı?
Seçim bize, hepimize, yani bu ülkede yaşayan her özgür insana ait…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder